6 Kasım 2011 Pazar










Her hikayenin iki tarafı vardır. Belki her parçanın da vardır.


3 Kasım 2011 Perşembe





                      Now let's have a little self confidence.                                          

19 Ekim 2011 Çarşamba

faşizm çok ayıp birşeydir.

türk veya kürt olmaları beni çok ilgilendirmiyor, gerçekten. ama yaşıtlarımın birbirlerini öldürmek zorunda bırakıldıklarını düşününce kanım donuyor.

8 Ekim 2011 Cumartesi

basın masın.

münevver karabulut cinayetinin 'işte o testere' sini sergileyen, scarlett johansson'un sızan görüntüleri ve hande yenerin sahnede yaşadığı 'iş kazası' fotoğraflarını yanyana basıp scarlett'in göğüslerini sansürlerken handeninkileri gözümüze sokan, bir galatasaraylı olarak bana 'oha artık bu nasıl saygısızlık, dur lan bu illegal değil mi' dedirten aziz yıldırım hapishane fotoğrafı (spor eki kapağı) ardından habertürk, bugün yatacak yeri olmadığını ve akıllara zarar bir karar mekanizmasına sahip olduğunu kanıtladı. 'steve jobs ın son icadı 'iDead' ehemehe' kapaklı radikal çok iyi niyetli kaldı hatta onun yanında. akıl ve içeriğin mumla arandığı basından biraz merhamet dilenir hale mi geldik? hiç olmazsa bazı şeyler haber olarak kalsa, mezar taşından yemeyi gururunuza yediremeseniz? ha bir yandan da 'iyi gazete zaman'ı arıyorsunuz evinize geliyor falan..

media, medius, 'aracı' yani. elçiye zeval olur, bal gibi de olur.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

final farewell to the boy who lived

ne zamandır yazmayı planladığım, nasıl başlayacağımı bilemediğim bir veda yazısıdır bu. delilercesine spoiler içerir, terimlerin kimi ingilizce kimi türkçedir.

sıradan bir kitap sanarak elime aldığım 'felsefe taşı' isimli kitabın sırlar odası isimli bir devamı olduğunu duymuştum. devamının geleceğini ve bu serinin çocukluğumun tutkusu haline geleceğini bilmiyordum. ilk iki kitabın bitmesi toplamda bir hafta sürmedi ve ben 'hikayenin devamını beklemek' hissiyatıyla orada tanıştım. azkaban tutsağının ingilizcesi vardı sanırım bir yerlerde, fakat orijinal dilinde okumayı henüz beceremeyeceğimi bildiğimden sabretmek durumundaydım. ateş kadehinden itibaren artık orjinal dilinde okuyabiliyordum kitapları. bu, özel isimleri önce anlamamak, sonra çıkarımlarda bulunmak demekti (boggart, hungarian horntail). sevin okyay'ın ne mükemmel bir iş çıkarttığını asla atlamamak gerekiyor bu konuda. evet bazı talihli durumlar olmuş olabilir spesifik yerlerde (Tom Marvolo Riddle - I Am Lord Voldemort/ Tom Marvoldo Riddle - Adım Lord Voldemort) fakat harry potter ın türk okuyucusu bir jk rowling büyüklüğünde ona da müteşekkir olmalıdır kanımca. bunu o dönemde kitapların fransızca bir çevirisini okumaya kalkıştığımda iyice anlamıştım. (hogwarts'ı poudlard, dört büyükler'i godric gryffondor, salazar serpentard, rowena serdaigle, helga poufsouffle yapmışlar, snape gibi spesifik bir soyadı da harcayıp severus rogue yapmışlardı, küfür gibi.)

hikaye sıradaaaan bir çocuğu anlatıyor aslında. sebebini sona kadar anlamadığımız bir şekilde ezeli düşmanının unique özelliklerini taşıyan çocuk (parseltongue etc), büyücü aleminin avada kedavra'dan sağ çıkmış tek kişisi. bunu bebek haliyle nasıl yapmış olduğu, karanlık lord u nasıl doğa'nın derinliklerine gönderdiği ve tüm bunların bilinmezliği, küçük çocuktan bir efsane yaratmıştı. aslında kendisinin de sürekli tekrarladığı gibi onda çok özel bir şey yoktu. sadece onu uğruna ölecek kadar seven bir annesi vardı. her şey de burada başlıyordu.
çocuk o kadar sıradandı ki, ilk arkadaşı evdeki kalabalıktan sesini asla duyuramamış kızıl kafalı, üstü başı eski püskü, pasif bir tip olan ronald weasley idi. tabi pasif dediysek hayatta kalmanın kurallarını bilmiyor değil elbet. fred ve george ile aynı evde yaşayan insan ister istemez bir feyz almış oluyor.
ikinci arkadaşı ise (kitapta tabir edildiği üzere hafif dişlek, dağınık saçlı, bilmiş bir kız çocuğu olan) hermione granger. işte gerçeklik ve kurgunun çocukluğumda iç içe geçme noktalarından biri. zehir gibi akıllı, bugün bile neden ravenclaw öğrencisi olmadığını anlamadığım küçük muggle-born kız! bir gün peron 9/3çeyrek'ten kalkacak trene davet edilebileceğim fikrini kafama koyan bu kız oldu dostlarım. içten içe uzun senelerce bekledim.
benim için her şeyi bu kadar etkileyici kılan noktalardan biri sanırım onlarla aynı yaşta olmamdı hep. kitapların çıkışına göre az farkla aşağı yukarı aynı yaşta oluyorduk. son kitap çıktığında üniversitenin ilk senesini bitmişti. ağlaya ağlaya bir hal olmakla beraber, her zaman eksik gedik bulduğum filmleri kendime teselli edinmiştim. en azından hala onlar var-dı.
okumayana anlatamıyorsunuz işte, 'altı üstü çocuk kitabı' ya..
safkan büyücü ırkı yaratmaya and içmiş bir adam kötü adamımız. muggle lar üzerinde tam hakimiyet kurmayı hedefleyen, yeni dünya düzenin tek efendisi olacak olan, ari ırk aşkıyla yanıp tutuşan ve bu uğurda taş taş üstünde koymayan bir adam. kendisi mudblood'ın önde gidenidir ya neyse aslında, savunduğu ideoloji önce kendisini asması gerektirir (biri hitler mi dedi?).
geri kalanı da annesinin sayesinde sahip olduğu protective charm, arkadaşları, ve yol göstericisi dumbledore dan başka birşeyi olmayan çocuğun hikayesi. (tamam tamam, gringotts'taki galleonların da hakkını yememeli şimdi).
öyle bir dünya çizildi ki bize bu seride ilk sayfadan itibaren, içine bu denli girmemek elde değildi. 'teyze dediğin anne yarısıdır, bu nasıl vicdan petunia' dememek, 'taze kurbağa turşusu yeşilidir gözleri' şiiri herkesin içerisinde okunduğunda ginny ile beraber utanmamak (ama bir yandan hoşlandığını itiraf ettiği için onu cesur bulmak) elde değildi. bu yüzden neville her aşağılandığında benim içim burkuldu (mcgonagall 'hangi su katılmamış salak bütün haftaların parolalarını bir kağıda yazdı ve sonra onu kaybetti?' dediğinde bile -PoA), kaymakbirası denen içkinin tadını tasvir etmeye çalıştım kafamda yüzlerce defa, bir tane çapulcu haritası canımı verecek oldum, harry 'ama bu fotograftaki adam şimdi gitmiş!' dediğinde ron'un verdiği 'e bütün gün orada durmasını beklemiyordun herhalde' cevabıyla ben de ufak çaplı bir şok geçirmiştim, sirius öldüğünde 'ahahaha hadi canım' deyip bir önceki sayfadan herşeyi tekrar tekrar okudum, inanamayıp her okuduğumda sirius bir daha öldü, ilk kitabı okurken bir yandan 'wingardium leviosa' çalışıyordum, kız-erkek karışık oynanan quidditch denen oyunun ayrıca hastasıydım (filmin artı taraflarından biri olmuştur benim için, quidditch sahasını tam anlamıyla görebilmek), en vahşi hayvanlar dahi ona saygı gösterdiğinde seni anlayacaktır diyordum (bir hippogriff gibi), şu hayatta büyücü olamasam da hiç olmazsa bir animagus olmak istiyordum, fleur delacour ve tüm veela'ları içten içe kıskanıyordum, 'severus, please' anına kadar snape in order'a ihanet etmeyeceğini düşünüyordum, sonra ona inancımı kaybettiğim için the prince's tale ile birlikte kendimden utandım, narcissa malfoy'un son anda yaptığı hareketle 'ee petunia'da olmayan ana yüreği bu işte' dedim, her kitapla azalan gryffindor common room ortamını ve oliver wood'lu, cedric diggory'li (R.I.P), parvati&padme patil'li, angelina johnson'lı, lee jordan'lı - kısacası kalabalık eğlenceli arkadaş grubunu özlüyordum. zaten kanımca 4. kitap bir geçiş kitabıdır ve 5ten itibaren artık çocuk kitabı olmaktan çıkmıştır.
yazılacak ne çok şey var. kitapların bitimiyle başlayan ve reddedilen 'bitiş süreci' nin de sonuna geldik. artık harry potterla ilgili beklediğim hiçbir şey yok.
film eleştirilerine girmiycem. bitişin kendisi o kadar hüzünlü ki birşeyleri hunharca eleştirmeye ağzım dilim varmıyor.
yazımı sonunda harry'yi özel, riddle'dan ve dumbledore'dan üstün kılan tek noktayı hatırlatarak bitirmek isterim 'master of death is not the one who conquers death, but the one who embraces it'.
ha bir de anafikir: 'faşizm kötüdür'
we loved you deeply, the boy who lived.
Dağılabiliriz.

draco dormiens nunquam titillandus

3 Ocak 2011 Pazartesi

vatandaşa (lüzumsuz) hizmet. (veya hiç işi yok galiba bu kızın)

gecenin köründe akla gelen manasız oyalanmalarımın bu akşamki kurbanı ülkelerin milli marşlari oldu. bir iki cumle ile not alayim istedim.
 fransa: la marseillaise - ozetle ulke sanki saldirilma anindaymis da vatandasi harbe yollayacak enerjiyi vermeye calisiyormus gibi bir peptalk-vari hava var. beste olarak tipik major bir marş havasi estiriyor fakat ''Ils viennent jusque dans nos bras egorger vos fils, vos compagnes'' misralarındaki minör geçşi ile puan alıyor epey.
almanya: deutschland über alles derken bir marşın sonuna daha geldik. ozetle umut sarikayanin meshur karikaturunde hitlerin dedigi gibi "butun dunya almanin t.sagini yesin" diyor marş da. en birincisin, bebegimsin derken bitiyor. alkol uzerine bu kadar sansur uygulayan bir ulkenin insani olarak elalemin marşında memleketinin şarabından falan bahsediyor olmasi guzel gelmedi degil tabi. 
 ingiltere: sen koskoca britanyasin yahu, hala kraliceden baska ovecek bisey bulamadiysan diyecek sozum yok. kralicemin kasi soyle gozu boyle, ya rabbim sen kralicemin uzerine titre derken inceden bir yag seziliyor. god save the queen.
 ispanya: bir ara denizden ve güneşten bahsediyor, orijinal birsey yok malesef.
 amerika: bir marsin bu denli i will always love you soyleyen whitney houston tarzinda inanilmaz suslemelerle soylenmis hali yoktur saniyorum. kaldi ki cogu ulkede saygisizlik sayilir. bizde de bir hadise denedi sanirim amerikadaki bir milli mactan once ve yuce rabbim ne fiyaskodur. evet. fekat ozgurlukler ulkesi elbet.. bu da tipik bir mars havasinda, bir ara roketler ve bombalardan bahsetmeden edemiyor, dogasinda var sanirim. over the land of the free and hooome of the braaavee (sarkicinin istegine gore ritardando bitebiliyor, bir oktav yukardan vibrato yapilabildigi gosterilebiliyor)
 brezilya : ulan samba bossa falan ciksa da alinlarindan öpsem diye dinlemeye koyuldugum bu marş, bossa beklentimi karsilamasa da acik ara en iyi bestedir. "ehe bu ne yahu tchaikovsky senfonisi gibi" derken sözleri okumaya firsat bulamadim fakat arada sevgiden rüyalardan ve gülümsemekten falan bahsediyordu, dogasinda var sanirim. 
 kanada: neticede o da ülke tabi. kocaman hem de. naif buldum. bunun marsi duyar duymaz karsimda beliren how i met your mother bolumu ve hoser hut isimli barda aglaya aglaya ooo canadaaa marsini soyleyen robyn ile de alakasi olabilir tabi. 'has kuzeyliyiz abi' diyor bir de sanirim biryerde. 
 japonya: biraz yavas.cok yavas. cok da kisa sozleri aslinda ama yavas yavas soylemeyi tercih etmisler. o iki misrada dahi kalici olma isteklerini, onbin yil kadar uzun yasama arzularin dile getirmisler. 
 avustralya: sanki biraz kolonilerine "iyi olucaz ya burada guzel olucaz geri donmeyelim, mis gibi toprak, hem guneyde, e hertaraf deniz zaten. gercekten degerli toprak yani" demis bir havasi var. bir de bir yerinde saniyorum goc alma istegi ile 'denizleri asin gelin, bize de bekleriz, paylasimciyiz' diyor
 mısır: mutlaka vokalli versiyonunu dinleyin. koskoca big band üzerine marşı macun yaparak söyleyen amcalarla tam bir dolapdere big gang esintisi yakalanmış (çok da üstüne gitmemeli aslında neticede, gırtlak öyle, kendi müzikleri öyle, e marş dediğin bi ud bi kanun olmaz, falan, filan) 
küba: size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum diyor. zincirlere vurulup yaşamaktansa ölmek mis gibidir diyor. 
çin: 'memleketimiz büyük tehlike altında. geliin canlar bir olalım, neticede nüfus çok ama yeter ki kalpler bir olsun, çalışmak lazım, köle olamayız biz, çin seddini yeniden yaparız icabında' diyor.10 saati 1 buçuk dolara çalışmak kölelik değil mi hu jintao, güzel kardeşim, demezler mi adama? bence demişler.
rusya: lloyd weber bestesi gibi mübarek. güzel, farklılığı sayesinde diğerlerinden ayrılıyor. düşülecek önemli notsa şu şekilde; sözlerin yazılışı 2000 senesine ait arkadaş. sen hala 2000'de bile sıcak denizlere inme arzundan bahsediyorsan ben sana bişey diyemiycem..
liechtenstein: tüm liechtenstein lı kardeşlerimi tenzih ederek derim ki, evet dünya üzerinde 40.000 vatandaşınız bulunabilir ama kardeşim bi beste yapamadınız mı yahu. al sen, ingilizlerin marşı olan god save the queen üzerine söz yazıp 'alın marş' diye piyasaya sür. fikret şeneş misin sen? nüfus az diye mi bu? prens var ama o kadar az nüfusa, marş mı yok? oturup düşünmen gereken şeyler var sanıyorum alplerin incisi, kalbimde bir yara, içimde bir ukde...